Sayfalar

26 Eylül 2018 Çarşamba

Mevlânâ Müzesi'ndeki Meydan-ı Şerîf (Semâhane) Odası

Meydan-ı Şerif Odası'nın Kapısı
Güney batı köşede, Matbâh-ı Şerif ile Derviş Hücrelerinin kesiştiği köşede, 5.60 x9.50 m ölçülerinde, dikdörtgen şeklinde büyük ferah bir oda vardır. 
Bu odaya "Meydân-ı Şerif Odası" denmektedir.
(Halen müdür odası olarak kullanılmaktadır.)
Hasan Özönder'in "Mevlân'nın Külliyesi'nin Tamir ve İlaveleri Kronolojisi" adlı makalesinde, 1816 tarihli bir tadilattan bahsedilmekte ve yapılan tadilatların 28 madde halinde detaylı listesi verilmektedir.
Verilen tadilat işleri listesinin 18. sırasında, "Adı geçen meydan odası üzerindeki "Sikke-hâne" odasındaki ........" denilmektedir.
Buradan yola çıkarak "Meydân-ı Şerif Odası"nın yerinde 1867 yılından önce, alt katı meydan odası, üst katı Sikkehâne olan iki kattı bir binanın olduğunu anlıyoruz.
Bu iki katlı bina 1867 yılında yıkılmış ve yerine bugünkü tek katlı büyük "Meydân-ı Şerif" odası yaptırılmıştır.
Üzeri geniş ve ferah bir kubbeyle örtülü olup, altında bulunan geniş mekân semâ yapılan Meydan-ı Şerif’tir.
Meydan-ı Şerîf (Semâhane) Odası
Mimari yönden Kânuni Devri özelliklerini taşır.
Doğu ve kuzeyinde Sultan II. Abdülhamit’in inşa ettirdiği (1306/1881) iki katlı mahfiller yer almıştır. Bunların alt katı mutribân heyetine ve misafirlere; üst kat ise hanımlara aittir.
Güneyinde “Naathân Mevkii” görülür.
Semahâne ve mescidin kubbe ve duvarlarında yer alan sıra ve pencereler içeriye ferah bir görüntü kazandırırlar.
“Şeriat” ve “Tarikat” sembolleri olan bu iki mekânın arasında ingin bir süs duvarı mevcuttur.
Bunun süslü, az yüksek ve kapılı olması, “Şeriat” ile “Tarikat” birliğini ve beraberliğini de sembolize eder gibidir.
Her iki mekândaki vitrinlerde Mevlâna yakınları ve Mevlevîlere ait nâdide eşyalar, folklorik, etnografik malzemeler sergilenmektedir.
Müze olduktan sonra buraya armağan edilen değerli objeler de vitrinlerde alâka ile seyredilmektedir.
Meydan-ı Şerif Odası'nın Planı
1867 yılında inşa edilen bu son derece mühim salonun tavanı motiflerle süslüdür.
Herkesin girmesi uygun olmayan bu mekanda “Postnişin Hazretleri” ile davet ettiği şahıslar girebilirdi. Başta âsitâne olmak üzere imparatorluğun dört bir yanına yayılmış bulunan, toplam sayıları yüzden fazla şubelerin işleri burada görüşülürdü.
Yönetimle ilgili işler, mükâfaat ve mücâzaat konuları bu mahrem ve saygın mekanda ele alınarak karara bağlanırdı.

Meydân-ı Şerife sabah namazından sonra girilirdi.
Meydana muhipler giremezdi.
Meydanda kırmızı post, Şeyh'e aitti.
Onun sağ ve sol tarafındaki siyah ve beyaz renkli postlar Kazancı Dede'ye ve Meydancı Dede'ye aitti.
Odaya girenler, kıdem sırasına göre yarım daire şeklinde Şeyhin karşısında, yer alırlardı.
Sonra hep beraber ayak mühürlerlerdi.
(Sağ ayağın baş parmağını, sol ayağın baş parmağının üzerine koyarlardı).
En son olarak odaya, Tarikatçı Başı baş keserek girerdi.
Bütün dedelerde Tarikatçı Başı ile beraber baş keserlerdi.
(Başın biraz öne eğilmesi, belin üst kısmının başla beraber 45 derece öne eğilmesi).
Tarikatçı postuna otururken odadakilerde aynı zamanda yere otururlar ve tarikatçı ile birlikte yerle görüşürler, yere niyaz ederlerdi (yeri öperlerdi).

Meydân-ı Şerife girenler yerlerine yerleşince, dışarı meydancısı, üstünde bir lokmalık ekmek parçalarının olduğu bir tepsi ile içeriye girerdi.
Tepsideki ekmek parçalarını önce tarikatçı başına, sonra sağ tarafta oturanlara, daha sonra ise sol tarafta oturanlara yere diz çökerek sunardı.
Sunulan bu kuru ekmek parçalarına "çörek" denilirdi.
Çörek istemeyen dedeler şahadet parmağı ile tepsiye dokunup, parmağını biraz öne eğerek öperdi.
Dışarı meydancı "çörek" denilen bu ekmek parçalarından alanlara, Meydân-ı Şerifin hemen girişinde bulunan kahve ocağından sade kahve getirirdi.

Meydân-ı Şerifte çörekler yenilir, kahveler içilir, idari meseleler görüşülürdü.
Suçlu olanlara verilecek cezalar ile, yükseleceklere verilecek makam ve mevkiler burada tebliğ edilirdi.
Mevlânâ'nın ölüm yıldönümlerinde havanın iyi olmadığı zamanlarda ise, "Şeb-i Arûs" töreni burada yapılırdı.

Çörekler yenilip, kahveler içildikten ve fincanlar toplandıktan sonra kalplerini boşaltırlar, ellerinin parmakları biraz açık halde, bellerine dayarlar, gözlerini yumarlar ve "Murakebe"ye dalarlardı.
Bir müddet sonra tarikatçı Eüzü Besmeleyle Nasr Sûresini okur, "Fatiha" derdi.

Fatiha okunduktan sona şu gülbânk çekilirdi.

"Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola, demler safâlar ziyâde ola, sahibü'l hayratın rûh-ı revânları şâd ü handan ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmâm-i Ali Hû diyelim"

Gülbânktan sonra uzatılarak "hûûû" denir, hep beraber yer öpülerek kalkılırdı, önce tarikatçı başı kapıya kadar gelir, Meydân-ı Şerife dönerek baş keserdi (selam verirdi).
Meydân-ı Şerîf odasında bulunanlarda, onunla birlikte baş keserlerdi.
Sonra tek tek odadan, odaya arkalarını dönmeden çıkarlardı.

Meydân-ı Şerifin çift kanatlı kapısı, odanın kuzey-dogu köşesindedir.
Kuzey duvarı üzerinde bir, güney duvarı üzerinde iki ve batı duvarı üzerinde üç adet olmak üzere toplam altı adet ahşap penceresi vardır.
Duvarları dışta kesme taş kaplama, içte kireç sıvalı olan odanın tavanı, bağdadî tarzında yapılmıştır.
Tavanında Barok-Ampir tarzı karışımı üslup gösteren, hayali tabiat manzaraları ve rokoko motifler vardır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder