26 Eylül 2018 Çarşamba

Mevlânâ Müzesi'ndeki Matbah-ı Şerîf

Matbah-ı Şerîf'in Planı 
Matbâh-ı Şerîf, Sultan III. Murat devrinde 1584 yılında, derviş hücreleri ile birlikte inşa edilmiştir.
Zaman zaman tamir, tadilat ve ilâveler gören bina, Matbâh'ın batı duvarının üzerindeki tamir kitabesinden anlaşıldığına göre, son şeklini 1284 H - 1867 M. senesinde almıştır.
Bina içten kireç sıvalı ve kalem işi süslemeli, dıştan kesme taş kaplamadır.
Matbah-ı Şerîf, Mevlevîliğin en değerli bölümüdür.
Mevlânâ Müzesi'ndeki Matbâh veya Matbâh-ı Şerîf bölümü iki tanedir.
Birinci Kısmı eski mutfak olup, kuzeydeki bahçede, Çelebi dairesinin yanındadır.
Matbah-ı Şerîf'in İkinci Kısmı ise batıdaki avlunun güney-batı köşesindedir.
Meydân-ı Şerif ile birkaç odacığa bitişiktir.
Bodrumunda kiler bulunan bu önemli yapı, tam teşekküllüdür.
Elbetteki Matbâhtaki asıl iş, yemek pişirmek ve yemek yemek ise de, Can tabir edilen Mevlevi adaylarının 1001 günlük çile süresi içerisinde, en çok eğitim gördükleri yerin burası olması sebebiyle Mevleviler Matbâha, "insanın pişirildiği yer" derler.
“Ocakbaşı”, yemek yenen “Somatlık” gibi, hizmetlilerin kaldığı “Canlar Odası” da buradadır.
”Mutfak” hem aşın hem de tarikata girmek isteyen adayın kontrol edilip, ruhen pişirildiği gözde mekândır.
Mübârek tutulur.
Ocaklar
Adayın kendisini denemek için belli bir süre kaldığı postun bulunduğu seki de mutfağın mühim müştemilatındandır.
Mutfağın en selahiyetli idarecisi, son derecede mühim makama sahip bulunan “Ateş-baz Velî” ünvanıyla anılan şahıstır.
Adayın kontrollerle liyakat derecesini o tayin ederek, kalıp kalmayacağını o teklif eder idi.
Tasdik alana hücrede yer gösterilirdi.
Dervişliğe kabul edilen kişiye “Sema” talimleri de Somatlık’daki hususi yerde yaptırılırdı.
Burada gürültü edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, gülünmezdi.
Hatta Matbâha gösterilen saygının bir ifadesi olarak, Matbâh ın kapısının önünden geçilirken dahi, baş kesilirdi (Selama durulurdu).

Matbâha basık kemeri ve söveleri mermer olan, büyük bir ahşap kapıdan girilir.
Asıl mekâna 205x410 cm ebatlarında üzeri tonozlu bir koridordan geçilir.

Matbâh-ı Şerîf iki kısımdan oluşur:

Birinci kısım 9.20x5.20 m ebatlarında, üzeri beşik tonozlu ve kireç sıvalıdır.
Bu kısmın kuzey-doğu köşesinde, yerden 60 cm yükseltilmiş, zeminine Saka Postu serilmiş 110x258 cm ebatlarında bir seki vardır.
Bu seki üzerine serilmiş Saka Postu üzerine, Mevlevîliğe girmek isteyen adaya, önce abdest aldırılır.
Sonra "yapılan işleri yerinde görmesi ve kararını bir kere daha gözden geçirmesi için", üç gün süre ile iki dizi üzerinde (murakabe vaziyetinde) oturtulurdu.
Aday yemek, tuvalet ve ibadetten başkaca bir iş için, Saka Postu'nu terkedemez, birşeyler okuyamaz ve konuşamazdı.
Bu adaya "Nev-niyâz" (Aday adayı) denilirdi.
Nev-niyâz bir taraftan Matbâhta yapılan işleri göz altından incelerken, bir taraf tanda burada görev yapan dedeler, Nev-niyâz'a;
Nev-Niyaz ve Saka Postu Makamı
"Dervişlik zordur.
Çileyi kırmak ise hiç iyi değildir.
Dervişlik ateşten gömlek, demirden leblebidir.
Aç kalmak, haksız yere söz işitmek vardır.
Kısacası Dervişlik ölmeden önce ölmektir.
Bunlara tahammül edebileceksen çileye soyun, yoksa yol yakınken çekip git.
İkrardan dönenin mahşer günü yüzü kara olur" gibi, telkinde bulunurlardı.
Nev-niyâz üç günün sonunda 1001 gün çileye soyunmak istediğini beyan ederse, yani ikrar verirse, Nev-niyâz'a Can denilir ve 1001 gün sürecek çile başlardı.

Nev-niyâz'ın oturduğu "Saka Postu Makamı"nın yükseltisinin hemen altına bir de ayakkabıların konulması için yer yapılmıştır.
Ayakkabılar buraya, burnu içeriye, topukları dışarıya dönük olmak üzere konulurdu.
Eğer ayakkabılar kapı önüne konuluyorsa, bu defa ayakkabıların burnu kapıya yönelik olarak konulurdu.
Can tabir edilen derviş adayından sorumlu dede tarafından bu ayakkabılar çevrilirse, yani ayakkabının topukları kapıya yönelik konulursa bu, "Çık git, dergâhı terket, bir daha gelme" demekti.

Birinci kısmın tavanı tonoz örtülü ve kireç sıvalıdır.
Güney-batı köşesinde büyük bir aydınlık penceresi, pencerenin hemen altında da mermer aynalı bir çeşme ve yalak yer alır.
Bu çeşmeye su, 16.asırda Yavuz Sultan Selim tarafından Dutlukırı'ndan getirtilmiş ve Dergâha vakfedilmiştir.

Birinci kısmın batısında ve kuzeyinde birer büyük baca vardır.
Bacaların sivri kemerleri kesme taş ile yapılmıştır.
Birinci bacanın altında iki büyük ocak, ocakların üzerinde de yemek pişirmek için hususi yapılmış iki büyük kazan vardır.
İkinci bacanın altında ise, kazanlarda pişirilen yemeklerin soğumaması için altında köz ve sıcak külün bulunduğu dört adet küçük ocak ve bu ocaklara uygun büyüklükte konulan kaplar yer almaktadır.
Ateşbâz-ı Velî Makamı ve Ocaklar
Bu ocakların önündeki küçük alana "Ateşbâz-ı Velî Makamı" da denilir.
Burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması münasebetiyle, bu yer aynı zamanda "Gasil-hâne" (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da kullanılmıştır.

Birinci kısımdan ikinci kısmı ayırmak için mermer bir duvar, yerden 93 cm yükseltilmiş ve 500x1120 cm ebatlarında bir set oluşturulmuştur.
İki adet beşik tonozlu kubbesi olan mekâna, dört adet mermer merdivenle çıkılır.
Bu mekanın doğusunda ve batısında ikişer, güneyinde ise dört adet ahşap penceresi vardır.
Pencerelerin üzerinde, içi sitilize bitki motifleriyle bezenilmiş taçlara yer verilmiştir.

İkinci kısmın kuzey doğusunda yer alan ahşap dolabın kenarından başlayan siyah ve mavi renkli iki şerit, pencereleri çepe çevre dolaştıktan sonra, bu kısmın kuzey batısında yer alan dolabın kenarında son bulur.
Semâ Talim Çivisi ve Sema Meşk Tahtası
İkinci kısmın zemini ahşap döşemedir.
Semâ çıkarmak için Mevlevi adayları burada talim yaptıklarından, mekânın ahşap zemin döşemesi üzerine sarı pirinçten, tepesi parmağı kesmeyecek tarzda pürüzsüz ve yuvarlak olan, "Semâ talim çivisi" de çakılmış ve etrafına dairevi bir yuva açılmıştır.
Matbahlarda semâ öğrenecekler için (Semâ çıkarmak - Semâ talim etmek) aynı şekilde hazırlanmış, taşınabilir "semâ meşk tahtaları" da vardır.
Semâ talimleri burada yapılıyordu.

Semâ talimine yeni başlayan Can, Önce çıplak ayakla "Semâ talim çivisi"nin veya "Semâ meşk tahtası"nın yanına gelir, baş keser, sonra sol dizini yere koyar, sağ dizini bükerek çökerdi.
Çivi ile görüştükten (çiviyi öptükten) sonra, bir miktar tuzu, parmaklarının arasını pişirsin ve yara olmasını önlesin diye, destur çekerek çivinin bulunduğu yere dökerdi.
Sonra ayağa kalkar, sol ayağının baş parmağı ile, yanındaki parmağının arasına talim çivisini yerleştirirdi.
Dökülen tuz, sol ayağının dönüş sırasında rahat kakmasını da sağlamış olurdu.
Semâzenin sol ayağına "direk", sağ ayağına ise "çark' denilirdi.
Direk denilen sol ayak yerinden hiç kaldırılmaz ve diz hiç bükülmezdi.
Çark direğin etrafında , çivi merkez olmak üzere, sağ ayağını, sol dizinin hizasına kadar kaldırdıktan sonra, sol ayağı merkezde kalmak üzere, vücudunu 360 derece döndürür ve sağ ayağını yine kaldırdığı aynı yere gelmek üzere yere basardı.
Böylece vücut, kendi ekseni etrafında bir tur atmış olurdu ki buna, "Çark atmak" denilirdi.
Bu hareket 180 derecelik dönüşlerle de yapılırdı ki, buna "Yarım Çark" denilirdi.
Semaya başlayanlara önce yarım çark atmak öğretilir, sonra tam çark atmaya geçilirdi.
Bu alıştırma, semâzenler çivisiz devir yapmayı öğreninceye kadar devam ederdi.
Direği, yerde sürümeden sabit tutarak çark atmaya, "direk tutma" denilirdi.
Semâzen
Semâzene usulünce çark atmak öğretilirken, bir taraftan da kol açmak öğretilirdi.
Sol eli parmakları biraz açık halde, sağ omuz üzerinde, sağ eli yine parmaklan biraz açık halde, sol kolun üzerinden geçip sol omuz üzerinde olan semâzen, ellerini yavaşça aşağıya doğru indirip, sonra ellerinin dış yüzünü vücudu ve sikkesine temas ettirip, kollarını yukarıya doğru açardı.

Semâzenler çark atarlarken (dönerlerken) sağ elleri yukarı, sol elleri ise aşağıya dönüktür.
Ellerin bu duruşu, "Biz bir vasıtayız. Allah'tan alır, kula naklederiz" veya, "göğe ağarız, yere yağarız" demektir.
Semâzenlerin başı hafifçe sağa eğik, yüzü bir miktar sola dönük, gözleri ise biraz kısık halde, sol elin başparmağına bakar halde olur.
Mevlevi Dervişin başındaki "Sikkesi"; "mezar taşına",
giydiği "tennuresi"; "kefenine",
sırtındaki "hırkası"; "mezarına" işarettir.

Semâzenler geçmişte semâya çıplak ayakla çıkarlarmış.
Bazı eski fotoğraflarda semâyı "Beyaz renkli yün çorapla" yapanlara da rastlanılmıştır.
1960 lı yıllardan sonra ise, semâzenler ayaklarına siyah renkli "çorap mest" giymeye başlamışlardır.
Yalnızca "semâzen başları'nın, meydana çıkacak semâzenlerin meydanın hangi tarafında semâ etmeleri gerektiğini, tennuresinin altından hafifçe çıkartıp gösterdiği çorap mestleri ile tayin ettiklerinden, semâ sırasında beyaz renkli "Çorap mest" giydiklerini görüyoruz.
Buna sebepte semâzen başlarının semânın başlangıcında, semâyı ayak hareketleriyle yönlendirmesidir.
Siyah renkli tennurelerinin altından çıkarıp çektikleri beyaz renkli çorap mestleri ile, semâzenlerin meydanın hangi tarafına doğru yürüyüp çark atacaklarını bildirmiş olurlardı.
Siyah renkli tennurenin altındaki beyaz renkli çorap mestin, daha dikkat çekici olması hasebiyle, semâzen başları semâ sırasında "beyaz renkli çorap mest" leri tercih etmişlerdir.

Matbâh'ta, Saka Postu makamının üzerinde bulunan ahşap merdivenlerle giriş tonozunun üzerinde yer alan 3.85 x 9.00 m ebatlarında bir mekâna daha ulaşılır.
Birisine kapı takılmış olan bu üç küçük kemerli mekân, aslında ambar olarak yapılmışsa da, zaman zaman Mevlevi adayları burayı yatakhane olarak kutlandıkları için, bu mekâna "Canlar Odası"da denilmiştir.
Canlar Odası'nın Girişi
Yukarı çıkış merdivenlerinin altından başlayıp matbahın 2. kısmının altına doğru giden, ikinci bir merdiven daha vardır.
Taş basamaklı olan bu merdivenlerle, bodrumda ambar olarak kullanılan iki büyük odaya gidilir.

Yukarıda hususiyetlerini yazdığımız Matbâh-ı Şerîf, 1990 yılında gördüğü restorasyon ve tadilat çalışmalarından sonra, daha görsel olması ve burada yapılan işlerin daha rahat anlatılabilmesi için, Matbahın eğitimle alakalı konularından olan Nev-niyâz denilen aday adayı, burada Saka Postu'nun üzerine oturtulurken, Semâ Talim Çivilerinin yanında Semâ Dedesi'nin Can tabir edilen derviş adayına semâ talim ettirişi, somat veya sımat denilen Mevlevi sofrasında da, Mevlevilerin yemek yeme adapları anlatılmaya çalışılmıştır.
Ayrıca burada bulunan Gazancı Dede, Pazarcı ve diğer mankenlerle bazı işler ve Mevlevîlerin giyinişleri görsel olarak anlatılmıştır.
Dergâh Zabıtânı'nın başı "Ser-tabbâh" da denilen "Aşçıbaşı"dır.
Bu kişinin işi yemek yapmak değil, canları manevî açıdan pişirip olgunlaştırmaktı.
Dergâhta yemekleri pişirmekten sorumlu kişiye, "Aşçı Dede " veya "Gazancı Dede " denilirdi.

Mevlevîlerin yemek yedikleri sofraya "Sımat" veya "Somat" denildi.
Sofra yuvarlak büyük bir tahtadır.
Sofrayı yerden 25-30 cm yükseltebilmek için, sofranın altına hususi yapılmış bazıları açılıp kapanabilen bir iskemle konulurdu.
Sofranın etrafına da yemek yiyecek dervişlerin üzerlerine oturmaları için postlar serilirdi.

Kaşıklar sofraya yüzleri sola ve yere, saptan sağa gelmek üzere konulurdu.
Her ne kadar kaşığın bu duruş şeklinden dolayı "Niyazda", "Şükürde" denilirse de, kaşığı bu şekilde koymanın asıl sebebi, kaşığın içindekilerin görülmemesi idi. Kaşıklardan sonra, herkesin önüne bir tutam tuz konulurdu.
Sofraya "Dolaylı Havlu" ve "Sofra Peşkiri" gibi adlar verilen, eninin yarısı sofranın üzerine, yarısı oturan kişinin dizlerinin üzerine gelen bir örtü serilirdi.

Yemek pişince Kazancı Dede gelir, niyaz edip kazanın kapağını açar ve Canlar, kazanı yere indirirlerdi.
Yemek pişmişse, kazancı dede şu gülbankı çekerdi;

"Tabhı şirin ola; Hak berekâtını vere; yiyenlere nâr-ı imân ola.
Dem-i Hazret-i Mevlana, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim" der ve hep beraber "Hûûû" denilirdi.

Sonra yemekler kaplara aktarılır, sofraya gerektikçe konulmak üzere münasip bir yere dizilirdi.
Su vermekle görevli Canlar da su bardaklarını ve su testilerini hazırlarlardı.

Yemek ve sofra hazır olunca, yemek vaktini haber vermekle sorumlu olan Derviş, önce Şeyh dairesinin önünde, sonra da hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle ve soluk miktarınca uzatarak;
"Hûûû... Somata sala " derdi.

Hücrelerinden çıkan dervişler, matbâha gelirler.
Kapıda baş keserler ve içeriye sağ ayakları ile girerler, son olarak Şeyh gelir ve sofraya hep beraber otururlardı.
Önce sofra ile görüşürler, sonra önlerindeki tuzdan şahadet parmaklan ile banarak bir miktar tadarlar ve yemeğe başlarlardı.

Önce çorba, sonra yenilecek yemekler sıra ile gelir, yemek bir kaptan yenilirdi.
Yemekte konuşulmaz, sohbet edilmezdi.
Yemek yenirken ağız şapırdatmak, sağa sola bakınmak ve başkasının önünden yemek yemek hoş karşılanmazdı.

Sofradaki kalabalığa göre bir veya birkaç Can, su vermekle görevlendirilirdi.
Canlar sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak (maşrapa) ile beklerlerdi.
Su içmek isteyen kişi, bir lokma ekmeği koparıp sağ eline alır, sonra elini sol omuzunun hizasında tutardı.
Bu durumu gören Can, su isteyen kişiye bir bardak su verir, suyu alan kişi suyu içinceye kadar, sofrada bulunanlar, sofradan el çekip suyu alan kişinin suyunu içmesini beklerlerdi.
Suyu alan aldığı suyu içince, Şeyh suyu içene "Aşk Olsun" der gibi elini kalbinin üzerine kor, hafifçe baş keser, o da aynı tarzda mukabelede bulunurdu.

En son pilâv gelirdi.
Pilâv bitince yemektekiler düzelir ve Şeyh şu gül-bangi çekerdi.
"Mâ sûfîyân-ı rahim, mâ tabla-hâr-ı şâhim
Pâyendedâr yârâb, in kâserâ vü hanrâ"
"Salli ve sellim ve bârik alâ es'adi ve eşrefi nûri cemî-ıl enbiyâi vel mürselin; vel hamdû lillâhi rabbil âlemîn.
el Fatiha" der.

Fatihadan sonra da şu dua okunurdu:
"Nân-ı merdân, nimet-i Yezdan, berâkat-t Halîlür-Rahmân.
Elhâmdü lillâh, eşşükrü lillâh.
Hak berekâtın vere; yiyenlere nûr-ı îmân ola.
Erenlerin hân-ı keremleri, nân u nimetleri müzdâd, sâhibül-hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerifeleri şâd ü handan, bâkiyleri selâmette ola.
Demler, safâlar ziyâde ola.
Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Âteş-bâz-ı Velî, Kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim"

Herkes şeyhle beraber yüksek sesle ve soluk miktarınca "Hûû" der, yemek biterdi.
Yine bir miktar tuza banar ve ağızlarına götürürler, sofra ile görüşürler ve Şeyhle beraber sofradan kalkarlardı.

  
     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder